3 Ocak 2013 Perşembe
Global Bakış
Sevgili okurlar, geçenler de katıldığım sempozyumda duyduğum bir söz beni çok etkiledi. Bu sözü, sizlerle paylaşma ihtiyacı hissettim.
“ Günümüz, aklı benimseyip hayatın sadece gerçeklerle örülü olabileceğini ve romantizme yer olmadığını ” söylenmesi bir anlık durup düşünmeme sebebiyet verdi. Globalizm kavramının hayatımızdaki avantajlarını ve dezavantajlarını düşündüm. Evrenselleşme; Bilim, teknoloji, ticaret, politik… Vs. gibi hayatımızın maddi doyumluluğunu sağlamada avantajlılığı yadsınamaz boyuttayken, manevi dünyamızda büyük bir yıkım olarak görmekteyim. Çünkü romantizm (duygu dünyası) kabul görmemektedir. Hayat, gerçekler üzerine kurulması doğru bir yaklaşım; ama bir süreklilik arz etmesi bizlerin yok olmasına neden olur. Çünkü çabuk yorulur, kolay yıpranırız. Beden sağlığımızı yitirirsek duygu dünyamızla da bu açlığımızı kapatamazsak dünya çapında bakışın yitip giden kurbanlarından oluruz. Biz insanlarda bu evrende ve insanın insana bakış açısının madde ile sınırlandırılmış olması ne acı bir gerçek. Bunun sebebi çıkar üzerine hareket eden bir sistemin yaygınlaşması olsa gerek. Örneğin; İnsanlar sadece menfaat için birtakım işler yapsın çıkar gözetmeyen her şeyi yok saysın. Peki, o zaman hayır kurumların, vakıfların ne anlamı kalır. Duyguyla ticaret tabii ki de yapılamaz, siyasette bilakis keza öyle. Her ayrımın sınırları net bir ifadeyle çizilmeli. Kavramlar net bir ifade ile tanımlanmalıdır. Global dünya iletişimi kolaylaştırmakta, ulaşımı hızlandırmaktadır. Dezavantajları insan üzerinde daha çoktur. Çünkü yüz yüze iletişimden, sanal dünyaya yönelmekteyiz bir süre sonra gerçek dostlarımız monitörler olmaktadır. Büyüklerimizin günümüz ile geçmişi mukayese ettiklerinde en önemli faktörün dostluk olduğunu altını çizerek söylediklerinde, hayattaki en büyük kazanım aslında yıllar sonra bile sohbet edebileceğin dostlarının olmasıymış. Bunu anlamak biz gençlik için biraz zor. Sürekli yarış halinde hayatımızı sürdürmeye zorlanıyoruz. Acaba gerçekten kaç kişi istediği alana yöneldi ve istediği mesleği icra edebilmektedir. Maalesef bu yıkım ileriki yaşlarda baş gösterdiğinde umarım geç kalmış olmayız.
Reel hayatta ne sadece akıl ne de sadece duygu ortak bir payda da buluşup denge sağlayabilmektir. Bu iki kavramı birbiri ile uyum içerisinde sunabilmek hayatta daha az yara almamızı sağlar. Kaygısız hayat tabiî ki de yok ama en aza indirebilmek işte bütün mesele bu.
Aşk ve Ceza
Kadın- Erkek ilişkisi üzerine yorum yapmak benim için çok zor bir konu; Çünkü karmaşık bulmaktayım. Kadına böyle davranırsan mutlu olursun; Erkeğe şöyle davranırsan sonucu bu olur. Paso yalan, yanlış bilgiler. Maalesef ki birçok farklı kadın- erkek karakterleri dünya üzerinde mevcut, hayat sadece bilgilerle olsaydı, yaşanan tecrübelerin hiçbir önemi kalmazdı ve her tecrübe kendi içinde değerlendirilir. Bu yüzden herkesin yaşadıkları kendine demekteyim. Yaşanan bir tecrübeyi farklı bir konsepte uygularsak artısını bilemediğimiz; ancak eksilerinin yığınla önümüze serilmesi bizi çok üzebilir. Bu maddeyle sınırlandırılmış bir püf noktası değil. Bu duyguların; yerin, zamanın farklılıklarını hayatımıza getirdiği yaşanmışlıklar ya da yaşanacak olanlardır.
Aşk, ceza mı? Sorusuna yanıt aradım. Gündemdeki haberlerin ve dizilerdeki içeriğin acı gerçeği… Mart ayı boyunca bilinen toplam 4 vaka gerçekleşti. Konu “Aşk” sonucu “Ölüm” Trajik Komik olarak bulmaktayım; Çünkü sevmenin gerçekten bir ceza olarak tanıtılması çok korkutucu bir etki yaratmaktadır. “Sevince hayat güzel, bir taşı, kelebeği, bir kuşu sevin yeter.”Bence de artık hayatta sadece zarar görmeden sevebileceğimiz kavramlar bunlarla sınırlandırılmaya çalışılıyor ve de başarılı olunuyor. Bir kadını ya da erkeği sevmek cezaya dönecekse sevmemek yerinde bir karar olacaktır.
Galiba günümüzde sevgi tabiri yanlış anlaşılmaktadır. Gelin şu söze kulak verelim, “Yaratılanı sevelim, yaratandan ötürü”. Belki de insanlar kendilerini sevmeyi unutmuş kim bilir. Eğer kendine saygın varsa saygısızlık yapmamak için çabalarsın, kendini biraz da olsa seviyorsan başkasının sevgisine acizce sığınmak için öldürmeye varan depresif yaklaşımlardan kaçınırsın. Kişilik gelişimi zor bir süreç. İnsanlar hayatın sınamalarından sabırla beklenen günü görmek yerine aşkın cezasını kendileri veriyorlar ama kazdıkları kuyuya kendileri de düşüyorlar ; “öfkeyle kalkan, zararla otururmuş”. Mart ayı süresince dört cinayet neymiş, sevdim bana yar olmayan kara toprağın olsun sonuç insan hayatını kolayca harcayan bir yığın cani ve hapishane varan bir yığın kötü vaka… Kim kazandı? Sevgiyi, yaşamı, insan olabilmenin yüceliğini ölen mi? Öldüren mi? Hiç kimse. Hayatlar yok oldu. Bir anlık bir hiçlik uğruna değdi mi? Yapanların akıl sağlığında da sorunlar olunca bu kısmı da muallakta, sağlıklı normal bir insan doğru bulmazken böyle zihniyete bürünmüş insanlar devam edecek belki de bu tür caniliklere. Gerçektende toplumsal bir uyanış şart. Ya okul müdürüne ne demeli belirli bir konuma gelmiş ve cinayet işlemekten bir an geri durmamış adı sevgi Vay be! Tebrikler ne büyük bir aşk ki, ölmek yerine öldürmek daha cazip geliyor. Nerede kaldı “Destansı Sevdalar”, geri dönüşü olamaz mı? Bu küçük zihinler yeniden olgunlaşıp daha erdemli yaşayamaz mı, sevdalarını illaki sevmek karşılık mı görmektir?
Gelin bir hayat felsefesi geliştirelim. En güzel aşk imkansız olandır diyelim.
Ne ölelim ne de öldürelim.
Herkesin bir kuş kadar hür ve özgür yaşamaya hakkı var.
Hayat her şeye ve herkese rağmen inadına yeniden sevmek, yeniden hayatı tüm iliklerine kadar solumak…
Tüm yorumlarınızı, eleştirilerinizi sosyal bir uyanış olarak görmek istiyorum.
Saygılarımla,
Aşk, ceza mı? Sorusuna yanıt aradım. Gündemdeki haberlerin ve dizilerdeki içeriğin acı gerçeği… Mart ayı boyunca bilinen toplam 4 vaka gerçekleşti. Konu “Aşk” sonucu “Ölüm” Trajik Komik olarak bulmaktayım; Çünkü sevmenin gerçekten bir ceza olarak tanıtılması çok korkutucu bir etki yaratmaktadır. “Sevince hayat güzel, bir taşı, kelebeği, bir kuşu sevin yeter.”Bence de artık hayatta sadece zarar görmeden sevebileceğimiz kavramlar bunlarla sınırlandırılmaya çalışılıyor ve de başarılı olunuyor. Bir kadını ya da erkeği sevmek cezaya dönecekse sevmemek yerinde bir karar olacaktır.
Galiba günümüzde sevgi tabiri yanlış anlaşılmaktadır. Gelin şu söze kulak verelim, “Yaratılanı sevelim, yaratandan ötürü”. Belki de insanlar kendilerini sevmeyi unutmuş kim bilir. Eğer kendine saygın varsa saygısızlık yapmamak için çabalarsın, kendini biraz da olsa seviyorsan başkasının sevgisine acizce sığınmak için öldürmeye varan depresif yaklaşımlardan kaçınırsın. Kişilik gelişimi zor bir süreç. İnsanlar hayatın sınamalarından sabırla beklenen günü görmek yerine aşkın cezasını kendileri veriyorlar ama kazdıkları kuyuya kendileri de düşüyorlar ; “öfkeyle kalkan, zararla otururmuş”. Mart ayı süresince dört cinayet neymiş, sevdim bana yar olmayan kara toprağın olsun sonuç insan hayatını kolayca harcayan bir yığın cani ve hapishane varan bir yığın kötü vaka… Kim kazandı? Sevgiyi, yaşamı, insan olabilmenin yüceliğini ölen mi? Öldüren mi? Hiç kimse. Hayatlar yok oldu. Bir anlık bir hiçlik uğruna değdi mi? Yapanların akıl sağlığında da sorunlar olunca bu kısmı da muallakta, sağlıklı normal bir insan doğru bulmazken böyle zihniyete bürünmüş insanlar devam edecek belki de bu tür caniliklere. Gerçektende toplumsal bir uyanış şart. Ya okul müdürüne ne demeli belirli bir konuma gelmiş ve cinayet işlemekten bir an geri durmamış adı sevgi Vay be! Tebrikler ne büyük bir aşk ki, ölmek yerine öldürmek daha cazip geliyor. Nerede kaldı “Destansı Sevdalar”, geri dönüşü olamaz mı? Bu küçük zihinler yeniden olgunlaşıp daha erdemli yaşayamaz mı, sevdalarını illaki sevmek karşılık mı görmektir?
Gelin bir hayat felsefesi geliştirelim. En güzel aşk imkansız olandır diyelim.
Ne ölelim ne de öldürelim.
Herkesin bir kuş kadar hür ve özgür yaşamaya hakkı var.
Hayat her şeye ve herkese rağmen inadına yeniden sevmek, yeniden hayatı tüm iliklerine kadar solumak…
Tüm yorumlarınızı, eleştirilerinizi sosyal bir uyanış olarak görmek istiyorum.
Saygılarımla,
Kadın - Erkek Şiddet
Belirli bir eğitim düzeyine gelmiş insanlar arasında şiddetin olmadığını, konuşarak ya da belirli bir seviyede tartışarak aralarındaki soruna bir çözüm bulduklarını düşünürdüm; fakat durumun hiç de böyle olmadığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Belirli bir eğitim seviyesine gelmiş insanların bile çaresizce şiddete başvurduklarını, şiddet kavramının küçümsemeyecek kadar yoğun olarak yaşandığını ve gizli kalmış tabakanın bu durumundan utanç duyduklarından asla dile getiremediklerini insanlardan duydum.
Peki, boşanmaların asıl sebebi neydi?
Ya da boşanma oranı neden gün geçtikçe artmaktaydı. Bunun tek sebebi şiddet.
Psikolojik ya da fizyolojik; eksilmeyen, gün be gün çoğalan şiddet kavramı, kadın-erkek ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen en önemli neden olduğu gerçeği ortaya çıkarır.
Kadınlara yönelik şiddeti dünya geneli üzerinden inceleyecek olursak;
Amerika’da kuryelik, Rusya’da fuhuş, geri kalmış ülkelerde; kölelik, esaret, baskı, zulüm ve Türkiye’de kadına verilmeyen değer, başarılı kadınların yeterince saygınlık gösterilmemesi, erkeklerin en kaba tabirle , “elinin hamuruyla erkek işine karışma.” Düşüncesinden kaynaklanır.
Kadın değil midir ki, erkeği var eden, doğuran, büyüten, sevgisiyle, anaçlığıyla, tüm duygularıyla önemseyerek varlığına varlık katan.
Mademki erkeği var eden kadın ise; Kendisine düşman mı yetiştirmektedir?
Erkek büyüdüğünde Anne sıfatındaki o değerli insanın önemini unutup şiddetin tüm unsurlarını uygulayan bir canavara dönüşmektedir.
Diğer bir gerçekte, kadına şiddeti uygulayan bir başka kadın olduğu gerçeğidir.
Neden mi böyle düşünmekteyim?
Cevabı çok basit bir saptamada gizli “ Gelin-Kaynana Çatışması”
Neden bir “Damat- Kayınbaba Çatışmasına” Türk toplumunda rastlanılmaz. Anne oğluna emek verir, kendi gözünden sakınır, elin kızı istediğini yaptırır bu durumdan rahatsız olur kayınvalide ve gelinini sürekli eleştirir. Anneler kıskançtır oğlunu bir başka kadınla asla paylaşmak istemezler; çünkü oğlundan eski sevgi ve ilgiyi göremeyeceğinden korkmaktadırlar. Kayınvalide oğlu üzerinden gelinine psikolojik savaş açmaktadır. Eğer, erkek ana kuzusu ise, gelinin vay haline; aile içi çıtırdamalar, çatışmalar, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, tartışmalar ve sözlerin bittiği yerde “şiddet ya da ihanet” gerçeği ortaya çıkar ki
İnsanları intihar gibi sonsuz mutsuzluğa veya yuvaların yıkılmasına götürür.
Sonuç olarak;
Biz kadınlar öyle ya da böyle doğanın kaçınılmaz kanununun peşin mahkûmları olarak yaşayıp gidiyoruz .
Düşünceler Üzerine

Hayatta ne kadar düşünüyoruz?
Kendi sesimizi ne kadar dinliyoruz?
Kaç sözümüzü konuşmadan ölçüp tartıp söylüyoruz?
En önemlisi de kaçımız felsefeyi yaşam şekli olarak benimsiyoruz?
“İstisnalar kaideyi bozmaz” diyerek birkaç fikir sıralamaktayım:
(1) Anlamadan, dinlemeden, sorgulamadan, altındaki nedenleri anlamaya çalışmadan direk tepki veriyoruz. Evet, her şey etki- tepkidir. Fakat her etkiye tepki verecek olursak kaos ortamı yaratır ve agresif kişilik yapısından öteye varamayız. Kimseden pollyanna olmasını beklemiyorum.
(2) En nefret ettiğim şeylerden biri de düşüncelere saygı duyulmaması. Birinin sözü bitmeden diğeri hayır diye söze başlıyor. İşin kötüsü mesleğiyle tezatlık oluşturmalarıdır. Siyasetçi tehditkâr konuşur, eğitmen şiddeti savunur, vs… galiba bunlar da istisna olanlar. Çünkü olmaması gereken bir imaj çiziyorlar.
(3) İşin diğer komik bir yönü de savundukları savı başkasına hayır demek adını yok sayıp başka bir fikri savunmaya başlamalarıdır. Halbuki konunun A ya da B seçeneklerinden hangisini savunmaktasın. İlk önce bir düşün istersen.
(4) Bazen de sadece konuşmak için konuştuklarından düşünmeye gerek duymamalarıdır. Bu olaylar örgüsü böyle uzar gider.
Düşünmeden konuşanları çok çeşitli bir şekilde eleştirebiliriz.Tek suçlu onlarda değil, meydanında bunda büyük etkisi var. Düşünmemize izin vermeyen robot beyinler yaratmıştır. Düşünün, 90 dakikalık diziler seyrettiriliyor. Olaylar gelişi güzel onların istediği konseptte yayınlanıyor. Bizlere de düşünmeden pür dikkat izlemek kalıyor. Tek düze programlardan sıkıldım; aynı saatte, aynı konseptte, aynı programlara izlemek zorunda bırakılıyoruz. Sonrasında da bizim tercihimizmiş gibi aksettiriliyor. Ama suçluyuz yine de, kitap okumak yerine dizi keyfi yapmak daha cazip geliyor. Gerçek nedenlerini bilemiyorum.
Yaşam şeklimizden mi?
Yapacak başka bir uğraş olmadığında mı?
Tembelliği benimsemiş olduğumuzdan mı?...
Sorular çok ama cevapları yok. Çünkü herkesin sebepleri farklı ve herkesin yanıtı farklı olacaktır.
Genel sonuç, düşünmekten yoksun toplum.
Düşünme işlevini, günlük hayatımıza uygulayalım ve her gün eleştiri süzgecinden kendimizi geçirelim. Geriye baktığımızda ne gibi farklılıklar olduğuna bir bakalım.
Son bir not:
Hayat seni değil, sen hayatı yönlendiriyorsan, felsefeyi yaşam şekli olarak benimsemişsindir.
İstemek
Sevgili okurlar, sizlere hedeflerimize giden yollardaki tercihlerimiz üzerine düşündürmek istiyorum.
İlk olarak hedeflerimize ulaşmak istiyorsak, isteklerimizi hayallerimiz ile sınırlamamalıyız. Bir şeyleri elde edebilmek için kendimize inanmalı ve güvenmeliyiz. Öngörülerimiz olmalı, her türlü olasılığı göz önünde bulundurmalı ve eyleme geçerek sonuca varmalıyız. Silahı ateşlemek gibi bir şey “Gez- Göz- Arpacık” . Hedefi belirle, planlarını yap, hedefe ulaşmak için eyleme geç. Unutulmamalıdır ki, başlamak bitirmenin yarısıdır. En önemlisi de “Hiçbir başarı tesadüfi” olmadığıdır
İnsanlar, hedeflerine ulaşabilmek adına hangi yöntemi tercih etmektedirler. İki şık var:
a) Bilimsel Yönelim (düşünce gücü),
a) Bilimsel Yönelim (düşünce gücü),
b) Batıl İnanç (hurafeler).
Peki Geçenlerde yayınlanan habere ne demeli, esefle kınayarak söze başlıyorum. Çünkü 21. yy’da bu kadarı da olmaz dedikçe, aydınlık yüzün karanlığa saplanmış. Saplantılı yüzler gördükçe, bu insanlığa neler oluyor? Sorusu aklımı meşgul etmektedir. Haber aynen şöyle: Bir ailenin genç erkek çocuğu, yaklaşık bir yıldır, psikolojik sorunlar yaşıyormuş ve bu süreci atlatamamış. Komşusu da cin çıkartan hocayı önermiş. Hoca, ne yapsa beğenirsiniz? Genci, döverek aklı sıra cin çıkaracağım iddiasıyla çocuğu öldürmüş. Aile, bu durumdan davacı olmuş. Sonuç daha enteresan hiçbir darp izine rastlanılmadığından aynı gün tahliye olmuş. Enteresan çünkü Hoca, yüzüğü ile gencin kafasına vurmuş ve alnı kanamış. Bu sebepten ölen genç de nasıl olurda darp izine rastlanılmaz? Muallâkta bir vaka gerçekleşti. Kim bilir belki de nice buna benzer vakalar gerçekleşmekte; ama biz bir habersizce hayat sürmekteyizdir. Peki, asıl suçlu kim bu olayda? Böyle insanlara prim verenlerde mi yoksa bu Banazlığı meslek haline getirip kendilerine rant sağlayanlarda mı? Maneviyatımızı neden başkalarına bu kadar kolay harcatıyoruz? Aklımdaki soruları dile getiriyorum; çünkü durup bir düşünmemizi istiyorum. Sorular her zaman hayatımızı kolaylaştırır. Cevabını bilmediğimiz soruları sorarsak hayatı algılarız. Bilinmeyenleri bilinir kılmak, gün yüzüne çıkarmak çok önemlidir. Tabii ki herkesin yapabileceği bir uğraşta ne yazık ki değildir.
Diğer şık bana daha cazip gelmek. Çünkü en azından düşünce gücü kendi ürettiğimiz maneviyat dünyasıdır. İnanıyoruz, istiyoruz ve hedefimize giden yolda kimseden yardım almadan kendi gücümüzle gerçekleştirmenin hazzını yaşıyoruz. Kimseye minnet etmiyoruz. Aracı koymuyoruz. Sevabı- günahı bize ait ve kimseye mal etmiyoruz. Pozitif düşünmek: olumsuzlukları yok saymak, her şeyi pozitif algılayarak sonucu olumluya çevirmektir. Masum ve zararsız bir eğilim. Herkese şiddetle tavsiye edebileceğim bir yöntem. Deneyin ve bakın neler değişti hayatınızda görün. İyi olan şeyleri denemekten zarar çıkmayacağı gibi inanın faydasını daha çok göreceksinizdir.
Sonuç, bilimsel yöntem ( düşünce gücü) uygarlık seviyemizi, dünya görüşümüzü ileri düzeye taşır. Siz siz olun sağduyu ve aklı elden bırakmayın. Dar zihniyetlere prim vermeyin. En önemlisi de hayatı zorlaştırmayı değil, hayatı kolaylaştırabilmenin çözüm yollarını arayın. Tüm söyleyebileceklerim bunlardan ibaret.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)